Bilmek bütün acıları kendinden doğurur. Daha da garibi hayata başladığın andan itibaren dünya el birliğiyle sana öğretmeye çalışır. Nasıl yaşaman gerektiğini , nasıl sevmen gerektiğini , nasıl olman ve en önemlisi nasıl durman gerektiğini. Bunu da öğren , bunu da bil. Bunu nasıl bilmezsin ? Bunu anlaman lazım. Buna katlanman lazım çünkü anlıyorsun , biliyorsun söylemiştim sana. E bunu da öğrendiğine göre , tamam ! Bir duralım mı.
Bilmenin acısıyla büyüyoruz. Görmenin yetmezliğini her gördüğümüz tam aksi yönde gölgelendiğinde fark ediyoruz. Yaşadığımız dünya büyük bir tedirginliğe dönüşüyor an ve an. Ve sonra diyoruz ki hep bir ağızdan “ yoruldum “. Tüm çevren sağından , solundan ve tüm duyu organlarından büyük bir “bilinç ve anlam” yüklerken sana ; bir de bakıyorsun anlamakla anladığını anlatmak arasında bir boşluğa gözlerini dikmişsin öylece bakakalmışsın.
Onlar biliyorlardı , onlar anlıyorlardı , en güzel onlar bilir , anlar ve anlatırlar. Ben yine anlamadım ! Hayatın tüm kalıplarının ustaları , en iyisini hep onlar bilir.
Yaşamak ağrılı yaramız , bilerek bu yola devam etmek boynumuzun borcu. Boşa dememiş üstat , “bilmemek mutluluktur” diye. Dünya olanca görkemiyle yıkılırken bir köşede bu devrin sonunu göreceğiz. Ve hep bilmeden bir tek sonu bekleyeceğiz. Sen susma ; konuşan konuşsun , bilen bilsin , öğreten öğretsin. Varla yok arasında bir yolda yürümek en büyük bilgelik değil mi ?
Bir Mezopotamya sabahında en iyi bildiğin yerden başla yürümeye belki yollar bu sefer sadece sana çıkar.
En sonunda bir taş gibi susuyorsun , yerinden kalkamıyorsun. Hayat uzun bir çember ve sen hep başa sarıyorsun.
Yüzünün aksinde onlarca kelime , hangisi sana ait ?