Karanlık bir odada yapayalnız kaldığınızda durmak mümkün mü? Sessizken ne kadar sessizsiniz, ruhunuzu sarsan acılar en çok hangi zamanlar da ortaya çıkıyor? Bu bir savaş olsaydı ve psikolojinizle kazanacak olsaydınız ne kadar tahammül ederdiniz?
İnsanların hayatları boyunca mücadele etmek zorunda oldukları güçlü bir düşmanları var, “kendileri” daha doğrusu alt benlikleri. Bastırmaya, susturmaya çalıştıkları ya da barışmak için çabaladıkları benlikleri. Doğduğumuz andan itibaren ruhsal ve fiziksel olarak kontrolümüz dışında birçok duruma maruz kalıyoruz. Bu nedenle; etkisinde kaldığımız şeylerin aslında biz de nerelere dokunduğunu da pek bilmiyoruz. Bilmeye ve anlamaya başladığımızda da bazen büyük bir kara delikle karşılaşabiliyoruz.
Neyi beslersen o büyür. Evet; sen ruhunu beslersen o büyütecektir, kalbini beslersen daha kolay anlayabilirsin belki olanı, yalnızlığını beslersen yalnız öleceksin muhtemelen, egonu ve kibirini beslersen de tabii ki hayatın boyunca onun varlığıyla yaşayacaksın. Neyi beslediğimizin bilincinde miyiz? Bir insana dokunurken, bireyselliğimizi severken, sahip olma ya da hükmetme arzusuyla varlığımızı ortaya koymak için çabaladığımızda ya da kendimizi anlatırken hangi kelimelerle neyi ifade ettiğimizin farkında mıyız? Bu kadar “maruz kalınan” bir dünyada elbette zor. Zihnin hızına ve varlığına yetişmek de pek olası değil. Bazen düşündüklerimizin bizi bile yorduğuna eminim. Ama susturmak belki mümkün olabilir. Ya da sesini bir an için kısmak.
Tam bu noktada hayatın akan kısmının anlaşılması için “durmanın gücüne” inanıyorum. En büyük sorun buymuş gibi geliyor zihinsel gelgitlerde. Hayal edelim; birbirine çarpan, altında onlarca “etki ya da tepki” yatan, geçmişin gölgesinde ama bugünü etkileyen varsayımlar, fikirler, ihtimaller, düşünceler düşündükçe olaydan ve varlığımızdan uzaklaştığımız yapmak zorunda hissettiğimiz hamleler. Ayırt etme gücünün eksikliği. Yani diyorum ki; tam da çıkmaz sokaklarda kaybolmadan önce dinginliğin gücüne bakıp, hayatımız boyunca neyi besleyip büyüttüğümüzün de farkına varmalıyız.
Zamanın insana “bir şeyleri kaybediyorsun, bir şeylere geç kalıyorsun” mesajını verdiğine eminim ve bunu hissediyorum, hissediyoruz. Evet belki de geç kalıyoruz; yaptıklarımızla, yanlışlarımızla, bilinçli olarak tercih ettiğimiz yanılgılarımızla ama her şeyden önemli olan bir şey var. Zaman sana ait. Sen de kendi zamanını tüketeceksin. Bu yüzden en çok kendimize karşı “farkındalık” borcumuz var. En çok kendimize karşı “bir dakika dur, kendine gel” deme borcumuz var. Sabah aynaya baktığında yanağını sıkmasan da bir göz kırpmak fena sayılmaz. Kabul et benliğini, kabul et yürüdüğün yolu, kabul et dün doğru dediğinin bugün yanlış çıkabileceğini, geç kaldığın şeyler de vardır belki, yüzleş hepsiyle; seçenekler arasında isteyerek yanılmak da bir “tercih”.
En uzun ilişkin kendinle ve her an seni sana bahşediyor. Yaşa, besle ve dur.
İsteyerek yaşa, bilinçle besle ve yorulduğunda dur. Kalbine bir çiçek gibi bak ve pamuk ipliğine bağlıymış gibi yaşa çünkü senin dışında var ettiğin her şey “koptu kopacak”.